“Öğrenilmiş korkulardan azade izleyici topluluğu, ezan sesinin Gomidas’ın avazına karıştığı bir kilisenin içinde, ikindi namazına müteakip, bir delinin 18 yıl boyunca sustuklarını dinlemek üzere soluklarını tuttu.”
Okula ilk başladığı gün, yeni ve bilinmeyen bir dünyaya adım atacak olmaktan herhangi bir çekince duymamış çocuk ya yoktur ya da çok azdır sanırım. Okula başlanılan o ilk günler, hatta ilk haftalar her çocuk için başlı başına sancılı bir değişim sürecidir, koca bir bilinmeyendir ve her ‘bilinmeyen’ gibi haliyle korkutur. Doğaldır. Doğal olmayan ise bir çocuğun, her şeyden önce, okulun mimarisi karşısında ürpermesidir.
Feriköy Ermeni Okulu’na (Meramedciyan) ilk adım attığım gün, beni en çok korkutan okulun mimari yapısı olmuştu. Bahçeyi çevreleyen yüksek betonarme duvarlar, o duvarların üzerine eklenmiş dikenli tel örgüler ve koca koca sürgülü kilitleri olan zırhlı, heybetli demir kapılar. Görünüşe göre ya birileri, bizi dışarıdakilerden korumaya çalışıyordu ya da dışarıdakileri bizlerden. Ya dışarıda bir tehlike vardı ya da tehlike bizdik. Çocuk aklım bunlara anlam veremiyordu, aklım sadece ‘korkmaya’ eriyordu. Belki de bizden beklenen tek şey buydu. Öğün, Çalış, Güven, Kork!
Bilmeyenler olabilir; azınlık okulları, Milli Eğitim Bakanlığı müfredatından ve yönetmeliklerden muaf değildir. Her sabah; her Ermeni çocuğu, her Türk çocuğu gibi ‘Andımız’ı okur ve sosyal bilimler derslerini, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından tayin edilen öğretmenlerden alır ve tabii resmi tarihi de yine bakanlığın uygun gördüğü öğretmenlerden öğrenir. Neyse ki bilimin ve sanatın, milli tedrisatın resmi teftişinden muaf olmasında bir sakınca görülmemiştir. Bu sebeple fen, matematik, yabancı dil, resim ve müzik gibi ‘milli’ kategorisinde olmayan derslere okul idaresinin seçtiği öğretmenler girebilir ve bu dersler Ermenice işlenebilir.
Dolayısıyla her Ermeni çocuğu, her Türk çocuğu gibi Viyana kapılarına dayanan Osmanlı padişahlarına hayranlık duymayı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kahramanca karşısında durduğu Abdülhamid’e kızmayı, Fuzuli’yi, Nesimi’yi, Yahya Kemal Beyatlı’yı, Peyami Safa’yı öğrenir. Kısacası, her Ermeni çocuğu, her Türk çocuğu gibi resmi ideolojinin ‘gör’ dediklerine bakmayı, ‘duy’ dediklerini dinlemeyi öğrenir.
Ermeni çocuğu, büyüyüp lise çağına geldiğinde ise yine her Türk çocuğu gibi bakanlığın tayin ettiği bir hocadan “milli güvenlik” dersi almaya başlar ve konu “bölücü faaliyetler”e geldiğinde yıllar boyu aynı müfredatın tornasında özenle işlenmiş bu iki çocuğun, ortak bir duygunun iki kutbunda karşı karşıya gelme süreci tamamlanır.
Türk çocuğu, artık Ermeni’nin bu topraklarda bir ‘milli güvenlik’ tehdidi olduğunu öğrenmiştir. Korkar.
Ermeni çocuğu, artık kendisinin bu topraklarda bir ‘milli güvenlik’ tehdidi olarak görüldüğünü öğrenmiştir. Korkar.
Müfredatın kusursuzca çektiği korku çizgisinin bir ucunda Ermeni, diğer ucunda Türk çocuk vardır.
Geçen hafta, bana bunları düşündürten ve “Aslında müfredata yapılacak ufak bir dokunuşla birçok korkudan arınabilirdik” dedirten bir tiyatro oyunu seyrettim.
“Gomidas”
Tek kelimeyle, muazzam bir oyun!
Ersin Umut Güler’in kurucularından olduğu Yolcu Tiyatro topluluğu tarafından sahneye konulmuş bu tek perdelik, 85 dakikalık oyunun yazarı ve yönetmeni Ahmet Sami Özbudak. Gomidas’ı canlandıran ise Fehmi Karaaslan. Fehmi Karaaslan’ın muhteşem oyunculuğuna, benim de yıllar öncesinde öğrencisi olmaktan gurur duyduğum, (Baron) Hagop Mamigonyan şefliğindeki 40 kişilik Lusavoriç Korosu eşlik ediyor ve ortaya, özeni, samimiyeti her detayında kendini belli eden ilmek ilmek örülmüş unutulmaz bir performans çıkıyor.
Kumkapı’daki Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’nde sahneleniyor oyun. Ermeni Patrikhanesi’nin hemen karşısındaki bu kiliseye bir zamanlar Gomidas’ın da ayak bastığını bilmek, daha oyun başlamadan insanın tüylerini ürpertmeye yetiyor zaten.
Benim gittiğim oyun 16.30 matinesiydi. Düşünülmüş ve hesaplanmış bir zamanlama mıydı bilmiyorum ama oyun başladıktan tam 18 dakika sonra büyülü bir şey oldu!
Gomidas’ın hikâyesini izlemeye henüz başlamışken, Nalbant Camii minaresinden yükselerek Vortvots Kilisesi’ne dolan ikindi ezanı, yılların müfredatının aramıza çektiği korku çizgisini koltuklarımızın arasından bir çırpıda silip götürdü.
Öğrenilmiş korkulardan azade izleyici topluluğu, ezan sesinin Gomidas’ın avazına karıştığı bir kilisenin içinde, ikindi namazına müteakip, bir delinin 18 yıl boyunca sustuklarını dinlemek üzere soluklarını tuttu.
Türk, Ermeni ve daha kim bilir kaç milletten insan yan yana, Anadolu’nun bağrından çıkmış ama Anadolu’nun bağrına başını yaslamasına izin verilmediği için delirmiş bir yetimin hikâyesini, bir ayine tanıklık eder gibi hep birlikte izledi.
Gomidas, asıl adıyla Soğomon Kevork Soğomonyan, döneminin “müzikdehası” olarak anılan Kütahya doğumlu bir Anadolu Ermenisi. 1915’te Ermeni aydınlarla birlikte İstanbul’dan Çankırı’ya sürgüne gönderilmesinin yarattığı travmadan kurtulamayarak hayatının son 18 yılını, doğduğu topraklardan uzakta bir akıl hastanesinde geçiren, Kütahya, Eçmiyadzin, Berlin, Paris, İstanbul, Çankırı arasında oradan oraya sürüklenmiş, sürüklendiği her yerde korolar kurmuş idealist bir müzisyen, imanı notalarda bulan bir din adamı.
Gomidas, toprakları avuçlayarak delirmiş bir dâhi. Soğomon, toprağından uzakta delirtilmiş bir yetim.
Dâhilik ve delilik arasındaki ince çizgide yönünü şaşıran nicelerini duymuşuzdur ama Gomidas’ınki başka. Gomidas’ı delirten, dehasının değil korkusunun azameti.
Küçük yaşta anne ve babasını kaybederek hayattan, aşk şarkıları söylediği için Ermeni din âlimlerinden, Ermeni olduğu için ise devletten korkmayı öğrenmiş. Aklını yitirmeden önceki 48 yıllık yaşamı boyunca hep korkmuş ve hep korkutulmuş. Ve şimdi, Türk bir yönetmenin elinde yoğrulmuş bir tiyatro oyunuyla, temsilini bir Türk oyuncunun maharetine, müziğini Ermeni bir koro şefine, sahnenin arkasını da iki milletten karılmış bir grup yeteneğe teslim ederek çığlık çığlığa anlatıyor korkularını. Müfredatın ‘kork’ dediklerini biz unutabilelim diye anlatıyor. Biz de tıpkı kendisi gibi korkudan delirmeyelim diye anlatıyor.
Bitiyor anlatacakları. Susuyor. Son nefesini veriyor.
Ve alkış-kıyamet!
İzleyenler yan yana, ayakta. Boğazlarında milliyetsiz yek bir düğüm. İzleyenler korkulardan büsbütün azade. Çünkü bazen tek bir yetimin bile acısında buluşabilmek yetiyor da artıyor koca bir yüzyılın yarasını sarmaya.
Ve Ahmet Sami Özbudak’ın ve Hagop Mamigonyan’ın zeytin dalından mürekkep batonları huzurla yere iniyor.
Ve düşünmeden edemiyor insan; iki toplumun pırıl pırıl evlatları, el ele verip 85 dakikalık, tek perde bir oyunla yaraları bunca sarabiliyor madem… Ne olurdu, Gomidas’ın birikmiş acısında hemhal olmayı beklemek yerine, hep birlikte Gomidas’ı tanımamıza fırsat veren bir tedrisattan geçmiş olsaydık?
Mesela çocuk yaşta öğrenseydik; Gomidas’ın 3 bin Anadolu halk şarkısını derleyip zengin bir koleksiyon oluşturduğunu, Osmanlı kültürüne eşsiz katkılarda bulunduğunu, Anadolu’nun sesini dünyaya duyurduğunu.
Ne olurdu, daha ilkokulda anlatsalardı bize, III. Selim devrinde Türk musikisini kayda geçirebilmek için nota sistemi geliştiren Hamparsum Çerçiyan’ın hikâyesini?
Dinletselerdi, Nikogos Ağa’nın Acemkürdi yürük semaisini.
Çekinmeden konuşsaydık, masal anamız Adile Naşit’in Ermeni olduğunu. Herkes bilseydi, nasıl olurdu?
Nice hanların, camilerin mimarı Balyanlar’ı işleseydik birkaç derste.
Agop Dilâçar’ı ve onun gibi ömrünü Türkçeye vakfetmiş nice dilbilimciyi tanısaydık edebiyat derslerinde.
Bir okuma ödevimiz Peyami Safa ise bir tanesi de Hagop Mıntzuri olsaydı ya da Zaven Biberyan.
Millî Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser listesinde bir tane de Mıgırdiç Margosyan kitabı olsaydı mesela. (Ruhu Yaşar Kemal’in yanında şad olsun…)
Ermeni çocuk, kendi soyunun, bu topraklarda bir milli güvenlik tehdidi olarak değil de sanatıyla, emeğiyle Anadolu’nun kültür mirasına önemli izler, büyük isimler bırakmış kadim bir toplum olarak bilinegeldiğini öğrenseydi. Korkmasaydı.
Türk çocuk, Ermeni’yi bir milli güvenlik tehdidi olarak değil de sanatıyla, emeğiyle Anadolu’nun kültür mirasına önemli izler, büyük isimler bırakmış kadim bir toplumun mensubu olarak tanıyabilseydi. Korkmasaydı.
Güzel olmaz mıydı?
Mesela hep beraber dinleseydik; hem oyunculuğuyla hem de besteleriyle kalplerde yer edinmiş Samuel Agop Uluçyan’ın, nam-ı diğer Sami Hazinses’in şarkılarını. Onu gerçek adıyla, gerçek kimliğiyle anabilseydik.
Bir derste de Tatyos Efendi’ye selam yollasaydık. Gamzedeyim Deva Bulmam çınlasaydı sınıfta, Müzeyyen Senar’ın sesinden, milli güvenlik hocasının sesi yerine. Gamzedeyim deva bulmam
Garibim, hiç yuva bulmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam
Ne olurdu, müfredat, “Gomidas’ı da gör” deseydi?
Ne olurdu, bir gün de kara tahtalarımızda, “Dersimiz: Müzik, Konu: Gomidas” yazsaydı?
Güzel olmaz mıydı?
Biz, o kara tahtalardan şifa bulmaz mıydık?
Korkutmak değil, buluşturmak üzerine inşa edilmiş bir müfredat hepimize iyi gelmez miydi?
***
Keşkeler dündense, umudumuz yarından.
Umudumuz; nice nice Samilerin, Duyguların, Hagopların, Fehmilerin, Sonyaların, Ersinlerin el ele verip iyileştireceği bir eğitim programından… ve her daim, barışta direnen sanattan.